Çarşamba, Kasım 15, 2006

şimdi bana kaybolan kaygıları verseler...

Kariyer yolunda beni yönlendiren, sağ yap sola sap fren yap diyen, kısaca iş hayatındaki davranışlarımı belirleyen üç temel kaygı var:

1. Maddi kaygı: İstisnasız her çalışanın sahip olduğu kaygı. Yaşamak için kazanmak, kazanmak için çalışmak gerekiyor. Ancak son dönem deneyimlerim yeni bir şey gösterdi ki, çalışıyor olmak mutlaka para kazanıyor olmak anlamına gelmeyebiliyor. Bu durumda ne yapıyoruz? Bu kaygıyı es geçip bir diğerine göz atıyoruz mecburen.

2. İnsani kaygı: Kim için, ne için çalışıyorum? Çalıştığım ortam 'insani' normlara uygun mu? Dayanışma, ekip ruhu ve ortaklık mı ağır basıyor; kişisel hırslar, egolar mı? Çalışanlar ve yönetenler için 'Yiğidin hakkını yememek' önemli bir mevzu mu? Yoksa hakkının yenmesine müsade etmeyen yiğitler öldürülüyor mu?

3. Mesleki kaygı: İşimizi -reklamcılık- doğru bildiğimiz gibi yapabiliyor muyuz? Doğru bildiğimizi doğru savunabiliyor muyuz? Kendimizi dinletebiliyor muyuz? Yoksa müşteri her zaman 'hak'lı mı? Müşterinin hakkının bizim hakkımıza tecavüz ettiğini hissedersek ne yapmalıyız? Sınırlar nerede başlar, nerede biter? Müşterinin 'her hakkı mahfuz' mudur? Bizim hakkımızı kim korur?

Son zamandır üç kaygının içinde de kaybolmuş hissediyorum kendimi...

2 Comments:

Blogger No More Virgilius said...

Alienation illeti veya aşağıdaki metnin alıntılandığı kitabın yazarı Manda Beyamca'nın deyimiyle "uyumsuzluk" teşhis edilebilse de henüz tedavisi bilinmeyen/bulunamayan bir sendrom. Tarihsel dokuda ademoğlunun (ve havva kızlarının) toplayıcılık ve avcılıktan tarımsal yaşama geçişe ve böylece hürriyetini sahip olup işlediği bir toprak parçasıyla kısıtlamasına kadar götürebildiğimiz bu olgu, o gün bugündür tıpkı şu an içinde debelendiğimiz 16.11.2006 tarihinde, dışarıda harika ve sıcak bir güneşin parıldadığı enfes ortamda börtü böcek peşinde veya bir deniz kıyısında değil de, dört duvar arasında saatler geçirmek zorunda olmak gibi milyonların binlerce yıldır çektiği ıstıraba ortak olmaktan farksız. Bu öyle bir kabz hali ki, bazen "keşke bir kuş olsaydım veya o milyonlardan değil, diğer duyarsız milyarlardan biri olarak var olsaydım" diye mızırdıyor insan...

Michael Jackson söylüyor, "You're not alone"

Manda Beyamca yazıyor:
"Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı çarşamba perşembe cuma cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün 'neden' yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. 'Başlar', işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Tek başına ele alınınca, bıkkınlıkta tiksindirici bir şey vardır. Burada, iyi bir şey olduğu sonucunu çıkarmam gerekiyor. Çünkü her şey bilinçle başlar, her şey ancak onunla bir değer taşıyabilir. Bu saptamaların hiç de yeni bir yanı yok. Ama açık olmaları önemli; bir zaman için uyumsuzun kaynaklarında ufak bir inceleme için yeterlidir bu kadarı. Basit 'kaygı' her şeyin başlangıcındadır."



(ne uzun yazdım öyle)

1:34 ÖS  
Blogger polente said...

Mirim,

Bir kaygı daha var ki. Belki de en önemlisi "Hayati Kaygı"

Geçecek olan onca yıl sonra düşmez mi akla ulan şimdi bana kaybolan, heder olan, bok ettiğim onca yılı kim geri verecek.
Elde nah şöyle kocamanından en taşşaklısından bir boşluk-ağzımı da bozuyorum, asabiyetime veriniz-

Gezemediğim sokaklar, okumadığım kitaplar, alamadığım nefes!
Salak gibi saatlerimi tükettiğim ofisler, şimdi yüzünü bile görmek istemediğim insanlar, yapmak istediğim hiçbir şeye yetmeyen kıçı kırık maaş. Neden çünkü hayatı sürdürmek zorundaydım.
Şahane tebrikler Polente hanım, sürdürdünüz bu da madalyanız alınız takınız bir yerinize!

Yoo, çok da mutsuz değilim. Daha beterini bildikçe bu kısmı can yakamıyor.

6:23 ÖS  

Yorum Gönder

<< Home