Çarşamba, Kasım 29, 2006

Müşterilerimize yeniyıl hediyesi olarak ne gönderelim?

Yıl sonunun yaklaşması, pek tabii yeni bir yılbaşının da yaklaşması demek. Her yılbaşı bu vesileyle müşterilerimizi hatırladığımızı/önemsediğimizi göstermek (sıkıyorsa gösterme) adına kart, hediye vb materyaller gönderilmesi adetten olmuş. Hatta ajanda vb klasik hediyeler 'out' olmuş ve özellikle ajanslar bu alanda da farklarını ve yaratıcılıklarını ortaya koymak için binbir türlü orijinalliklere imza atar olmuşlardır.

Madem adetten, adetlere uymak da adet olmuş, 'Çalışmak Yorar' okur ve yazarlarının bu alanda da sesleri duyulmalı. :D

Biz olsak ne hediye gönderirdik? Benim içimden elbise askısına başaşağı tutturulmuş, delik cepleri iki yanından sarkan bir pantolon göndermek geliyor. Ya sizin?

Salı, Kasım 28, 2006

Yaklaşan yıl sonu ve artan iş yükü korelasyonu

Yıl sonu yaklaştıkça, 2006 yılı bütçesinin turşusunu kuramayacağını fark eden pazarlama ve ürün müdürlerinin paçalarının tutuşması neticesinde birden bire yığıldı işler biricik ajansımıza. Acil durum toplantıları yapıldı, seferberlik ilan edildi. Lakin 'Onu da yapalım, bunu da yapalım' naralarıyla aniden üzerimize gelen müşterilerimiz, bir süre sonra 'Ama bu çok pahalıymış. diğeri de aşar bizi aslında, bunu da yapmayalım en iyisi...' diyerekten geri çekilme harekatına giriştiler. Elimizde kala kala ekibimizin kursağında kalan gazı ve nasıl daha ucuza getiririz hesabıyla müşteri ajans arasında gidip gelmekten elastikiyet kazanan birkaç parça iş kaldı. Diyeceksiniz ki, kreatifin cilveleri bunlar. Öyle belki... Sorun bizde belki de, kayıtsızlaşamadık henüz yeterince...

Salı, Kasım 21, 2006

Biz de neşemizi kaybettik...

Alt kattan yükselen kahkahalar ve öğleden sonraları bizim kata doğru yayılan neşe dalgası olmaksızın ilk pazartesimiz geçti, salının da yarısını devirdik hatta. Bizim için de neşe Volki'ydi. Ondan yansıyan sıcaklık istisnasız herkesi canlandırırdı.

Şimdi kasvetli bir ciddiyet örtüsünün altında kış uykusuna yatmak istiyor insan.

Yüzde kırk sekizin yüzde otuz yedisinin biri...

Sayın okurlar, aldığımız son habere göre 'Çalışanların yüzde 37'si iş arıyor'muş. (Cık cık cıkkk. Tatminsiz gençlik işte! Otur çalış ne var yani. Bulmuşsun bir iş bunuyorsun. İşsiz olan milyonların ahını alırsın valla.)

Son dönemde 18-45 yaş grubu arasındaki işsizlerin oranı yüzde 42'ye ulaşmış. (Şanslı yüzde 48'e girmişiz, ne mutlu!)

İşsiz olanların yüzde 12'si iş bulma umudunu yitirdiğini ifade ederken, yüzde 26'sı “biraz ümitli”, yüzde 15'i “ümitli”, yüzde 47'si ise “ne ümitli ne de ümitsiz”. (Bazımız da bir ümitli, bir ümitsiz...)

Umutsuzluğun arkasındaki nedenler ise “uzun süredir iş aranması”, ”niteliklere uygun iş bulunamaması” ”işsizliğin artması”, “deneyim sahibi personel aranması”. (Yüzde 37'lik kesimden iş arayıp bulamayanlara, 'Boşver, heryer aynı' tipi teselliyi öneriyoruz.)

Araştırmaya katılanların yüzde 49'u, 7-12 ay arası sürede iş bulmuş. 6 ay içinde iş bulanların oranı da yüzde 36, 13-18 ay arasında iş bulanların oranı yüzde 14, 19-24 ay arasında bu süreci yaşayanlar ise yüzde 2. (24 aydan sonra ümidi kesmek mi gerekiyor yani. Gün doğmadan neler doğar derler ama ama...)

Bir de Türk insanının yüzde 63'ü sevdiği meslekte çalışmıyormuş. (Yorumsuz...)

Arkadaşım bu haberi 'Moralini bozma ama' diyerek yollamış. Siz de 'okuyunuz ama moralinizi bozmayınız' sayın okuyucular.
:o)

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Pis Merkür

Arkadaşlar panik yok!
Az kaldı 29 Kasım itibarı ile bu fecaat günleri atlatacağız.
Her bişeyin sorumlusu pis Merkür efendiymiş. Retrosu tutmuş. 28 Kasım'a kadar geri geri gidecek ve bu işkence bitecek.
28 'i de çok sakat bir gün! Bu retrogate dönemlerinin başlangıç ve bitiş günlerinde bu arkadaşlar daha bir çekilmez oluyorlarmış. Bir nevi gezegensel muayyen günü denilebilir!

Sonra hayat normal seyrine geri dönecek, yani sadece zor, sıkıcı, yorucu falan olucak. Ama en azından bu kadar iç bayıcı, sevimsiz, insanın içinden bir şey yapmanın gelmediği, efenime söyliim bel ve boyun ağrısından muzdarip, kargoların gitmediği-bu da merkür ineğinin suçu-, yani kısaca ofisin feci en fecii dayanılmaz olduğu süre sona erecek.

Umuyorum, yani güveniyoruz astrolociye di mi Kemal kardeş?

Çarşamba, Kasım 15, 2006

Kariyer yolu muz kabuğu dolu...

Bir süredir iş yerinde dozajı giderek artan hırs-ihtiras-bizans üçlüsü, birkaç senedir pek memnun olmasak da yuvarlanıp gittiğimiz kariyer yolumuza yeni dikenler ve taşlar ekledi. Belki ajansca kaplumbağa hızında ve ruhunda kendi kabuğumuzda, çevreden biraz da bihaber, geçinip gidiyorduk. Bu da başlı başına oldukça ciddi bir sorundu ama en azından yuvarlanırken kafamızı acıtan patrontaş, sırtımıza batan müşteri dikenleri haricinde, kendi aramızda mutluyduk. Şimdiyse anlam veremediğimiz ama kendi geleceğimiz açısından anlamlandırmak zorunda olduğumuz gelişmeler, epeydir hiç kullanmak zorunda olmadığımız uzuvlarımızı harekete geçirdi. Şartlar her birimizi birer fitne-fesat dedektörüne dönüştürdü ve aynı televizyonda bir süre önce gösterilen sigorta reklamındaki oyun gibi, muz kabuklarının üzerinden atlayabildiğimiz sürece yaşayabilir olduk. Hergün başlıca kaygı 'Ortada kuyu var, kimi itecekler de yandan geçecekler' olunca açıkçası bu işin tadı tuzu iyice kaçtı benim açımdan. İçgüdülerim bir an önce acil çıkış kapısına doğru seyirtmemi söylüyor, lakin geride kalacakları n ellerini zayıflatmamak adına burdayım şimdilik...

şimdi bana kaybolan kaygıları verseler...

Kariyer yolunda beni yönlendiren, sağ yap sola sap fren yap diyen, kısaca iş hayatındaki davranışlarımı belirleyen üç temel kaygı var:

1. Maddi kaygı: İstisnasız her çalışanın sahip olduğu kaygı. Yaşamak için kazanmak, kazanmak için çalışmak gerekiyor. Ancak son dönem deneyimlerim yeni bir şey gösterdi ki, çalışıyor olmak mutlaka para kazanıyor olmak anlamına gelmeyebiliyor. Bu durumda ne yapıyoruz? Bu kaygıyı es geçip bir diğerine göz atıyoruz mecburen.

2. İnsani kaygı: Kim için, ne için çalışıyorum? Çalıştığım ortam 'insani' normlara uygun mu? Dayanışma, ekip ruhu ve ortaklık mı ağır basıyor; kişisel hırslar, egolar mı? Çalışanlar ve yönetenler için 'Yiğidin hakkını yememek' önemli bir mevzu mu? Yoksa hakkının yenmesine müsade etmeyen yiğitler öldürülüyor mu?

3. Mesleki kaygı: İşimizi -reklamcılık- doğru bildiğimiz gibi yapabiliyor muyuz? Doğru bildiğimizi doğru savunabiliyor muyuz? Kendimizi dinletebiliyor muyuz? Yoksa müşteri her zaman 'hak'lı mı? Müşterinin hakkının bizim hakkımıza tecavüz ettiğini hissedersek ne yapmalıyız? Sınırlar nerede başlar, nerede biter? Müşterinin 'her hakkı mahfuz' mudur? Bizim hakkımızı kim korur?

Son zamandır üç kaygının içinde de kaybolmuş hissediyorum kendimi...

Salı, Kasım 14, 2006

Çevir çevir nereye kadar

Topaç değil, top değil, tersinden giyilmiş kazak hiç değil!
Ki huuop diye çevrilip evriliversin.
Ama gel dikiz, çoktan ele ayağa dolanmış durumda. Çevir çevir çevir sonu yok.
Ben bittim o bitmemek de direniyor.
Diyeceğim şudur ki, bu kez Türkçe'den İngilizce'ye doğru çeviri yapmaya vakf ettiler beni, istem dışı istem dışı, doğal seleksiyon beceremiyorum.
Kör topal devam eden, tuhaf bir çaba daha ziyade.

Sabır, sabır çok sabır...

Pazartesi, Kasım 13, 2006

haftanın günleri ve artan iş yükü korelasyonu



akademik alanlarda görece uzun olan bir dönem sonrası gene kendi çapımda esmeye başladığım son günlerin vesilesiyle bu tabdansta bir şeyler karalayayım dedim. Fazlacana rapor havasında olabilir baştan da uyarımı vereyim ve de başlıyoruz...

Sinirimi bozuyor bu haftanın günleri ve de artan işyükü arasındaki muhteşem ve de açıklanamaz ilişki. İş hayatına girmeden önce, bu alanda deneyimlenmiş pek çok arkadaşımdan duyduğum bu yakınmaların acı gerçeği sonunda son haftalar içinde inanılmaz şiddetli bir şekilde beni de etkisi altına aldı, bunalıyorum!!!

Normal şartlar altında, -bundan sonra N.Ş.A- beklenen ve de ideal olan durum nedir? Gelirsiniz çok sevgili işinize, o da zaten hasretle sizi beklemiştir haftasonu boyunca, masalarda dellenen insanların olmadığı, bezginlik akan yüzler, bir dokun bin ah işit bakışları ve de sürekli sadistlik yapan veya yapmaya meyilli patron-prtak-müşteri üçlemesi olmayan bir ofis zaten nedir ki, neyse tüm bu elemanlardan yoksun olan ortam da Pazartesi günü bağrına basar sizi, ve de monitörün o lanet düğmesine bastığınız anda, haftasonu biriken tüm işi yükünü kusar bir anda karşınıza melun alet. Tamamdır ne demiştik N.Ş.A da olması gereken budur. Zira sizin o taraklarda beziniz olmasa dahi, elbet biryerlerde haftasonu mesaisine kalmış, evden çalışan veya ne bileyim işte o ayarlarda atraksiyonlara yelken açmış arkadaşlarınız, müşterileriniz, vs vs vs olmuştur, olacaktır, olmalımıdır; burası tartışılır işte... Neyse dağılmadan toparlanayım ben hemen, işte tüm bu mesailer sonucunda zaten Pazartesi sendromundan muzdarip bünye bir anda felç geçirerek işleri yetiştirmek için koşturur durur. Hatırlayınız normal olan ya da olması gereken budur dedik. Fakat gel gör ki normalik bu noktadan sonra kırılmaya, bükülmeye çeşitli deformasyonlar geçirmeye başlıyor ve de olan eninde sonunda kime tabiki biz sevgili ekonominin çarklarını döndürmeye çalışan ve arada unufak olan sevgili çalışanlara oluyor.

Yoğun bir haftasonunun ardından, başlayan haftanın, Pazartesi çözülen ya da Salı'ya sarkan işlerin; N.Ş.A salı ortaları ya da çarşambaya doğru azalması, gelen Perşembe ile de uç noktada birşeyler çıkmazsa azalması, Cuma günü de ufak tefek işler dışında önemsiz detaylarla meşgul olarak geçirildikten sonra rahat bir şekilde diğer Pazartesi'ne kadar kapatılması gerekirken; olay bunun tam tersinde gelişerek hepimizi içine alan bir girbada dönüşüyor resmen. Bir "U" şeklinde gelişmesi gereken veyahut bana göre öyle olması arzu edilen bu durum, tam tersine ve de inadına, sürekli artan şekilde, günlerin geçmesine doğru orantılı artan işyüküyle devam ederek, tavan yapıyor ve de Cuma günü olabildiğince rahat ve de mutlu (meşhur N.Ş.A gene) olması gereken "çalışan kesim" haftayı ifrit olmuş bir halde tamamlamak suretiyle, gelecek Pazartesi ringe çıkmak üzere mekanı terkediyor. gerilmiş bir halde harcadığı Cumartesi 'nin ardından, hiç bitmemesi dilenen Pazar'ı da harcayıp, saatler saydıktan sonra gene eninde sonunda el o düğmeye gidecek şekilde monitörün başına gelip çakılıyor.

Bir de olayın çıkmaya dakikalar kala gelen ve de "ama şunun da busu varken, onun da öyle olmasını istiyoruz biz!" ayarındaki, sanki bir yerlerde servis sağlayıcarının ölüm vuruşunu yapmak için sakladıkları mailler boyutu var ki o da başka bir yazının konusu olsun şu an için.

Cuma, Kasım 10, 2006

yaygın ve de baygın

Günlerden bir Cuma daha, eeen sevdiğim gün. Gecesi ayrı günü ayrı keyifli olanlarından. İğdiŞ günlerinin sonuncusu olmasının yanı sıra sabaha kadar bedenin süründürüldüğü gecelerin ev sahibi oluşu da onu gözümde apayrı bir yere yerleştirmiştir yıllar yılı.
Gelelim bu nacizane yazımızın aslı konusuna, efenim ofisimiz bugün fecii sakin, yani sakin ne kelime adeta üzerimize ölü toprağı serpildi. Hadi caanım iş arkadaşlarım sessizler onu geçtim, telefon bile çalmıyor diyeyim siz anlayın durumu. Sesi taşıyan tek yan eleman kulaklıklarım, dış dünya ile yegane iletişimim msn-yüce msn-.

Mutlu muyum? Hımmphf evet ya sanırım mutluyum. Sıkılıyor muyum? Hımmpf evet sanırım, biraz, çok az.
Ne var, ne zaman görülmüş insanoğlunun memnun olduğu, hıh!

ya deneyim ne menem bir şey?

Deneyim kisvesi altında, günlük hayatta ve normal şartlar altında katlanmayacağımız pekçok şeye katlanmamıza neden olan kariyer yolu... Ama aynen araç trafiğindeki gibi, kazalardan ders almadan, sürekli ve ucu bucağı görünmeyen bir sürü içinde sürüklenip gitmeye devam ediyoruz aynı yolda. Yani deneyim deneyim diye katlanılan bir yığın eziyet farklı kılıklarda her allahın günü karşımıza tekrar tekrar çıkıyor. Anlıyoruz ki deneyim, sürekli tekrarlayan sinir bozucu olaylara bağışıklık kazanmak, gitgide daha az tepki göstermek, hatta artık tepki gösteresi gelmemek, sabah dokuzdan akşam altıya sinirleri alınmış ve 'mutlu' bir yüz ifadesiyle gezinebilmek! Anlıyoruz ki, bir günün diğerinden farkı yok ve olmayacak da. Anlıyoruz ki, kaç gün çalıştığımızla ilgili bir şey değil bu deneyim. Aynı günü nasıl yaşadığımızla iligli daha çok. Deneyim sahibi büyüklerimizin 'Takma kafana' diye bir çırpıda deneyimlerinden damıtıp özetledikleri bu felsefe ile barışsak daha mı akıcı olacak bu kariyer yolu?

Salı, Kasım 07, 2006

ofisi katlanılır kılan 3 şey

1. Bir Ressam: Boş zamanlarının sanat yönetmeni
2. Bir Prens: Son günlerde artan iş yükünün altında ezilse de mihrap hala yerinde
3. Nazan Öncel külliyatı: Ressam ve Kemal'in zevkle dinlediği, Prens'in çıldırmasına vesile 50 şarkıdan müteşekkil liste

:o)

Cuma, Kasım 03, 2006

Kariyer ne menem bir şeydir?

Kariyeratif kuşak insanı başlıklı yazımıza hoş geldiniz sevgili misafirler,

Soru şu: İnsan kariyer yapması gereken bir organizma mıdır?

Bu kariyer ne menem bir şeydir, kaç sene sürer, hangi yaş aralığında bu naneye başlamak icap eder, bağımlılık yapar mı, yan etkileri nelerdir?
Yapmamak gibi bir alternatifi var mıdır, diyelim ki yapmadınız sonradan pişman olur musunuz?
Diyelim ki oldunuz, geri dönüşü var mıdır?
Kariyer denen bu zamazingonun ölçütleri nelerdir?
Ne yapınca kariyer yapmış olursunuz, ne kadar kazanınca kariyerli birisinizdir?
Sadece www.kariyer.net adresinde yazılı bir özgeçmişiniz olması sizi kariyer sahibi yapar mı?
Küçük bir şirkette on yıl mıdır kariyer yapmak, büyük bir şirkette 2 yıl mı? Nitelik değil nicelik midir yoksa?
Sadece beyaz yakalıların mı kariyerleri vardır? Hedef evet hedefte önemlidir mutlaka.
Kaç yabancı dili, ne derece konuşursanız kariyeriniz şaha kalkar?
Şans faktörü rol oynamaz mı kariyer meselesinde ya da sağlam tanıdıklar?
İllaki alevli bir diploma gerektirir mi, sadece zekanız ya da becerinizle de kariyer sahibi olabilir misiniz?
Diplomatik olmak, kuralına göre oynamak, demir gibi sinirlere sahip olmak gerekir mi?
Sinir sitemini yok etmeden, patronların altında ezilmeden kariyer yapılır mı?
Kariyer yapınca bütün eziyetler son bulur, iş hayatı daha eğlenceli, daha anlamlı gözükmeye başlar mı?
Kimin için yapılır kariyer? Kendiniz mi, etrafınızdakiler için mi? Yoksa sadece para için mi?
Hem mutlu olup, hem kariyer yapabilir misiniz? Yoksa kariyer sahibi olmak mı mutlu eder insanı?
Kariyer kelimesi 'kârı yer'den mi gelmiştir? Nerden gelmiş, nasıl musallat olmuştur?
Neden herkes ama herkes kariyer yapmak zorundadır, kariyeri olmayanın bu dünyada yeri yok mudur?
Kariyer sahibi olmadan mutlu olunamaz mı?

Evet, sevgili misafirler, geçin bilgisayarınızın başına yanıt verin şimdi bana?
Ne menem bir şeydir bu kariyer?

Perşembe, Kasım 02, 2006

neşemizi kaybettik, hükümsüzdür!

Bu bloga sadece iş saatleri içinde yazacaktım, ilk kural buydu. Bir geceliğine tüm kuralların canı cehenneme!
İş yerleri çoğunlukla yoğun, sıkıcı, bir şeyleri dert ettiğimiz, stresle yüklü ve zamanımızı heder ettiğimiz yerlerdir. Ama tüm bu negatif şartları pozitife çeviren, o binalara, odalara, bilgisayarlara katlanmamızı sağlayan, her şeye rağmen çalışılır kılan, yüzümüze kocaman gülümsemeler armağan eden insanlar olur aynı zamanda iş yerlerinde.
Hayatınızın 3/1'ini, hele bizim gibi saat mefhumunun olmadığı bir iş ile iştigal ediyorsanız nerdeyse yarısını geçirdiğiniz iş yerleri, çoğu zaman eviniz olur, iş arkadaşlarınız da ev arkadaşlarınız.

Patronlara, müşterilere, saçmalıklara kızarken bir yandan da bu insanlarla gülersiniz. Neşe'dir onların adı.

Bizim için Argun Abi'ydi neşe, 1 Kasım'dan itibaren ofis artık neşesiz.
Bütün kadınların kafası karışık.

Özleyeceğiz, en çok da ben.