Salı, Ekim 31, 2006

'Mobbing' bağımlısı mı oluyorum?

Polente mirimin pek güzel değindiği BSİS'nin yanı sıra, özel hayatınızda yaşadığınız stres de iş yerinde başınıza gelen sinir bozucu zamazingolara, hatta sadece o ortamda bulunmaya bile katlanma seviyenizde ciddi oranda bir düşüşe yol açabiliyor. Hele bir de sistemli mobbing'e maruz kalınan bir iş yeri ortamındaysanız -ki siz kurbanı olmasanız da ortamda herhangi birinin düştüğü zor durum sizin de fazlasıyla moraliniz bozuyor, etkilenmemek mümkün olmuyor-, daha da beter etkileniyorsunuz. Sanki Murphy kanunları aleyhinize işlemeye başlamış gibi, 'Hiçbir tarafı mı düzgün gitmez yahu bu HAYATın' diye söylenir halde bulursunuz kendinizi.

Bir yandan da çivi çiviyi söker misali, işyerinde yaşadığınız stresli ortam, özel hayattaki 'mobbing'in etkisini bertaraf eder gibi oluyor, acısız adana kıvamında yaşamaya başladığınızı farkediyorsunuz hayal kırıklıklarını. Özel hayatı bastırmaya başlıyor iş hayatı. İşyerinde geçirilen süre zaten daha fazla zaman ve enerji alıyor hayatımızdan, bu normal diyebilirsiniz. Ancak farkediyorum ki, işyeri bağımlılığının başlangıç noktasının da tam burası olması mümkün. Olumlu-olumsuz tüm olan biteniyle, uyanık saatlerimizi meşgul ederek özel hayattaki bir yığın olumsuzluktan bir kaçış noktası olarak yer alırsa hayatımızda, afyon vazifesi görebilir pek tabii. Belki pekçok ÇS (Çalışmazsa Sıkılan) insanın motivasyon noktası da budur, ne dersiniz?

Cuma, Ekim 27, 2006

BSİS

BSİS uzun adı ile "bayram sonrası iş yeri sendromu"ndan muzdaribim.

Erkenden burada olmak, -bu sabah sekizde geldim- boş gözlerle ekrana bakmak, dosyalamak, fişlemek, derlemek, toparlamak, ruhum henüz buna hazır değilmiş.

Günlerin en şahanesi cumadır, cuma diyerek geziyorum ofis içinde, bir an önce akşam olsun, buradan uzaklaşayım istiyorum. Kahveye ve çikolataya boğuyorum kendimi, maillerimi ikibin kere kontrol ettim. Bütün gazeteleri okudum, almanca olanlara bile sulandım. Sevdiğim ve sevmediğim blog sitelerinde gezindim. Beş aylık bütün ilanlar, posterler, flyler, ıvırlar ve zıvırları excelde yaztım, jpeglerini ekledim, aylara bölerek dosyaladım, yazılacak tüm mailleri yazdım.

Yan masaya, arkaya, öne herkese laf yetiştirdim. Ama gene de gün geçmiyor, ne ruhum ne bedenim burda olmak istemiyor.

Salı, Ekim 17, 2006

Bildiniz, maydanoz!

Nicedir uğrayamamıştım, hayatımdan soon derece memnunum , her şey pür-u pak gidiyor diyeceğimi sanıyorsanız. cıkcıkcık.
Ne gezer, aksine gün geçtikçe daha sevimsiz bir tip olup çıkacağım. Her geçen gün artan sinir olma ivmem sonucu ya bir gün "eeh yeter be" diye ya çekip gideceğim ki bu planlamakta olduğum aktiviteler ve onlara kusmam gereken dövizler göz önüne alınınca oldukça olanaksız görünüyor, diğeri de şu an olduğu üzere her gün "ama ne alakası var, o benim işim değil" dedikten ve sinir olduktan takriben 20 dakika sonra o aptal işi yapmaya devam edeceğim.

Sorunum şu, benden daha az bilgi sahibi ya da konu ile alakasız bir tipin bana akıl vermesine ve ukalalık etmesine katlanamıyorum. Ama ne yazıkki patronluk böyle bir müessese!

Sorarım size sayın okuyucular, bir insan aynı zamanda nasıl hem müşteri direktörü, hem yazar, hem editör, hem de kreatif olur. Cevap veriyorum a) maydanoz olur. b) patron olur.

Hayır kompleksli falan değilim, aksine benden zeki ya da en az benim kadar zeki, ya da normal zekalı ama konusuna hakim, vizyonu geniş birisini dinlemekten ve ondan bir şeyler öğrenmekten fazlası ile memnuniyet duyarım. Arkadaşlarımla neden görüşüyorum?
Eleştiri kaldırırım, kendimi eleştiririm, öğrenmeye açığım ve eşek gibi de çalışabilirim. Ama
tüm bunları hiç hak etmeyen birisi içn yapıyor olmaktan neeefreet ediyorum!

Halimiz son günlerde şu, o pası atıyor, ben tutup taca atıyorum. Duymamazlıktan geliyorum, kaale almıyorum, işime bakıyorum ama nereye kadar soru bu?
Dersinize çalışıp da gelin, yazılı yoklama yapacağım.

Tacizlerin hastasıyım, ofisin yıldızıyım...

Neden günlük hayatta yaşadığımız ve de sakındığımız herşey iş hayatına da bir şekilde kendi kendisini dahil ettirmek zorundaki? Sakınılan göze çöp batar meğerse ne kadar da doğru bir deyişmiş.

İçinde bulunulan ilişki durumuna ters orantılı gelişen ve de değişen gözde olma durumundan muzdaripliğim sonunda özel yaşamımdan iş hayatıma da taşınmış olmakta son haftalar içinde. Kıskançlıklarından muzdarip olduğum değerli ofisdaşlarım sonunda çileden çıkartıcı başka bir yolu daha keşfederek, hergün neş'e içinde kendimi kollarına attığım şirkete giriş çıkışlarımı daha da bir güzel hale getirmek için ellerinden gelenleri yapmaya başiladılar, tüm sektöre hayırlı uğurlu olsun.

Sürekli olarak ya da yanlış şekilde kabul edildiği üzere genelleme yaparak kadınların şikayetçi olmalarını beklediğimiz bu durum karşısında an itibarıyla isyan bayrağını çekmiş birisi olarak şikayetlerimi dile getirmeye karar vermiş bulunmaktayım. Zaten anlamsızlığın her daim kol gezdiği bu çalışma hayatında neden bir de böyle saçmalıklarla uğraşmak zorunda kalınıdlığı da tamamen ayrı bir çelişki kanımca. İş dışında böyle tutumlarla karşılaşmak göğüslemek açısından daha kolay olması vesilesiyle kafaya takılmadığından, bunun tam tersi her gün aynı mekanda saatler harcağınız çağrı merkezi operatörleri, odaya zart zurt dalan ve de "Benim de şu sorunum var!!!!" diyen sevgili sekreterimiz -devlet hastanesinde mütehassıs olsam eşiğim bu kadar aşınmazdı- ve de bunun üstüne ölüm vuruşu yapan tacizkar maillerin sahibi müşteri temsilcisi triosu sayesinde hergünüm birbirinden daha da şenlikli geçiyor.

Ne yapmam lazım masaya sevgili resmi koydul olmadı, o da yetmedi bilimum arkadaşların resmini, hani olurda sevgiliyi yakıştıramadı, onlardan birisiyle ilişkilendirsin yok ona da tık yok, yemek aralarında mahşerin 4 atlısından kaçamadığım zaman laf arasına sıkıştırdığım "Heyoo heyoo, bilmemkaç gün kaldı gelmesine!!!" şeklindeki geri sayım ayarındaki günlük diyaloglarımız da fayda etmedi. Ne yapayım yani, kapıya poster mi asayımi ya da t-shirt giysem o da olmadı kartvizit bastırıp dağıtsam tüm ortama, "Bıdı, bıdı şirketi, bilmemne pozisyonu, sevgilisi var, taciz istemiyor!!!" şeklinde acaba faydası olur mu çılgınlaşmış ofis ahalisini durdurmak için.

Pazartesi, Ekim 16, 2006

oturmak sıkar...

Vallahi sıkıldım ben bu sandalyeden, masadan, bilgisayardan. Sürekli otur otur nereye kadar soruyorum azizim, mirim. Ofisin 3 katı arasında en azından merdivenleri adımlama ve ara sıra bahçede dolanma imkanı bulunsa da bunlar sınırlı zamanlarda olabiliyor. Bunun dışında vaktin çoğu oturarak geçiyor ki bu da içime fenalıklar getiriyor. Diyeceksiniz ki gene şanslısın, merdiven ve bahçe bulunmaz nimet. Doğrudur, ama insan arada hoplamak, zıplamak, adrenalin yüklenmek, ter atmak istiyor. Eh genciz, enerjiğiz. Böyle olmuyor. Acilen bahçeye basket potası, ip ve top istiycem, sonracığıma toplantı masasının masa tenisine çevrilmesini talep edicem. Bir de koşu bandı, yüzme havuzu ve duş istesem çok olmuş olur muyum acaba?

Çarşamba, Ekim 11, 2006

Bu pis işi birisinin yapması lazım

Canım ekibimin, beni ve çalan telefonları gördükçe akıllarına gelen tek cümlenin bu olması durumumun vehameti hakkında ufakta olsa bir fikir verir sanıyorum.
Benim de gerçek anlamda hissiyatım budur, bu da bir iş ve birisinin de bu pis işi yapması gerekiyor.
Bakınız kabul ettim bile, artık her şey daha kolay olucak dimi di mi?

Haftanın günleri yedidir yedi...

Ofiste bir sürü can sıkan ve sinir bozan işin arasına, arada bir eğlenceli anlar sıkıştırabilmek ne güzel... 'Haftasonunun haftanın sadece iki gününü kapsamasıyla nasıl başa çıkmalı?' sorusuna ofisimizde getirdiğimiz çözüm de bu nadide anlardan birisi oldu benim için. Madem pazartesi sendromuna pazar akşamından girilebiliyor, cuma moduna neden perşembeden girilmesin ki, değil mi efendim. Çok sevgili grafikerimizin elindeki maket bıçağıyla her zamanki kesip biçme işlemlerini yaparken 'Kemalciim bak salatayı doğrama işini bitirmek üzereyim, sosu da koydum mu bitmiş demektir' demesiyle başladı her şey. Ev partisi hazırlığımız o gün boyu sürdü. Ancak ilk başta zararsız gözüken bu motivasyon çalışmasının ofis ahalisini fazlasıyla sarıp da şizofreniye yol açmasından korkar oldum. Düşünsenize günleri birbirine karıştırmış, daha da beteri haftanın üç gününü cuma, kalan dört gününü cumartesi sanan çalışanlara sahip bir işyerini... Tamam motivasyon yerindedir de, işler nerede olur bilemem!

Salı, Ekim 10, 2006

Yüzbilmemkaçıncı Çözüm ve de Artan İşyeri Stresi...

Zaten ayaklarımızı sürüyerek geliyoruz, ofise, şirkete, plazaya, ajansa,vs vs vs bir de bunun üstüne sabah bastıran yağmur ve daha yağmur damlaları yere düşmeden tıkanan çok şahane bir trafik eklenince tam da değmeyin keyfime durumunu yaşıyoruz hepberaber.

Pek sevgili belediyemiz kitleleri memnun edecek yeni çalışmalara imza atarken çok sevgili yolcuları da unutmuyor tabiki ve de "Yüzbilmemkaçıncı Çözüm!!!!!!!!! Bilmemneköy Üst-Alt-Yan-Kelebek Kavşağı" diye her yere çarşaf çarşaf asıyor reklamları. Ecnebinin rush hour diye tabir ettiği trafiğin en keşmekeşli saatinde başlayan asfalt kazıma çalışmaları, tem de uzayıp giden kilometrelerce kuyruklar, gelmeyen arabalar, geciken metro vs vs vs nin üstüne, soğuk savaş sonrasında duvarın yıkılmasından sonra, dünyanın en büyük şantiyesi halini almış Berlin'den de fazla inşaatın, yol çalışmasının yapıldığı güzel İstanbul'umuzda çok sevgili işimize gitmek adeta daha da güzel ve de yaşanılası bir macera oluyor. Bilmemne altgeçidi çalışması, bilmemne üst geçidi çalışması, caddelerde puantiyeli asfalt, çiçekli kaldırım taşları, sokak lambaları daha da bir gözalıcı olsun çalışması, duvarı değiştirelim gibi binlerce inşaat ve de orda burada yükselen vinç ve de bilimum inşa makinasının oranına doğru oranla artan sinir katsayımla her sabah kanser olarak geliyorum ofise. Gülmek, neşeli davranmak için oscarlık performans gösterdiğimiz mekanımıza böyle barut fıçısı olarak girmek günün ilerleyen saatlerinde, artan gereksiz iş yüküne paralel artarak gün sonunda aynen vergilerimiz gibi bize, karın, baş ve de bilimum vucüt ağrıları ve sinir stres olarak geri dönmekte.

Daralıyorum... Yapmayın yahu... demin de dediğim gibi zaten ayaklarımızı sürüyerek geliyoruz, bir de böyle ekstra maceralar sunmayın bize.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

bu akşam kesinlikle erken yatıcam...

Her iş gününün sabahında alarmın çalmasıyla beraber gözlerimizi güç bela açtığımız, içimizden gelen ses 'Uykun var!!!' diye haykırdığı halde kendimizi yataktan kalkmaya zorladığımız o mücadele anlarında belki de savaşı kazanmamızı sağlar kendi kendimize verdiğimiz o söz: Bu akşam kesinlikle erken yatıcam... 'Bu akşam işten çıktığımda beni oyalamak isteyen tüm çeldiricilere direnicem. İnternette chat'e ve sörfe dalmıycam, geç saatlere kadar kitap okumıycam. Hele bilgisayar oyunları asla! Diziler, sit-com'lar mı? Iyyy televizyon başında böyle saatler harcamak kadar lüzumsuz şey var mı azizim! Hele de gezmek tozmak neyine? Gel evine erkenden, yemeğini ye, erkenden yat uyu!' ve benzeri anlamları haiz bu cümlecik, her nasılsa eve gelene kadar, hatta ofis ortamı terk edildiği anda aklımızdan iz bırakmamacasına silinir. Onun yerine gelen 'Yaşasın özgürlük! :)' hissiyatı, her zamanki gibi dışarılarda, bilgisayar ya da televizyon başında veya kitap okuyarak geçen saatler sonrasında 'Aaaa saat de kaç olmuş! Bu akşam da erken yatamadım ama yarın vallahi de billahi de...' diyerekten aynı döngünün yaşanacağı gerçeğini görmezden gelerek geç kalınmış uykumuza dalmamızla noktalanır. Ve sabah gene mahmur bir ifade yüzümüzde, şiş gözlerle sürünerek kalkarız yataktan... Yok yok, kesinlikle erken yatmalıyım bu akşam...

Perşembe, Ekim 05, 2006

boşa giden işler bunlar/başımızı iğdişler bunlar

Tamam BOŞ işler bunlar, bunda mutabıkız. Ama türlü türlü şekillerle ANLAMSIZlıklarını pekiştirmelerinin ANLAMı nedir? Mesela çalışmak, çalışmak -ki çoğunlukla kafa patlatmak, patlatmak suretiyle yapılan ve (müşteri, patron vb dahil) çoğu kişinin gözünde çalışmak olarak algılanmayan eğlenceli?? eylem- ve ürettiklerini müşteri takımına/patrona sunmak, beğendirmek, bunları takiben ya ajansın müşterinin isteğini yanlış anlaması veyahut müşterinin maddi kaygılar, ne yaptığını/yapmak istediğini bilememek ya da bilinmeyen ve açıklanmayan türlü türlü düşüncelerle 'vazgeçtik' demesi neticesinde BOŞa çalışılmış olması işlerin ve çöpe gidivermesi... Günlerin emeği, harcanan mesailer, uzun uzun boş bir sayfaya bakmak ya da toplantı masasının etrafında çekilen karın ağrıları, yenen tırnaklar, bilgisayar başında karton kutulardan yenen yağlı yemekler, telefonun diğer ucundaki somurtkan sevgili, dağılan saçlar ve başlar ve o dakikadan sonra amorti edilmesi olanaksız bir yığın başka şey... Ve rutin haline gelmesi tüm bunların... Ve beyninizin üretmemek için direndiğini görmeniz bir süre sonra üzülerek -ya boşa gidecekse?-, anlamsız anlamsız bağırmanız sevgilinize, göbeğinizin kaçınılmaz biçimde sarkması, konrolden çıkması HAYATınızın...

Çarşamba, Ekim 04, 2006

İşyeri salakları ve ellerindeki güç korelasyonu

Muzdaribim.
Şu günlerde ismi lazım olmayan bir müşterimin aralıklarla yetki verilen bir temsilcisine -neyseki aralıklarla- minik tabiri ile sinir oluyorum.
Kadıncağız insani değerler açısından bakacak olursak iyi bir tip, samimiyet düzeyi yüksek seyreden bir ilişkimiz var. Ivır zıvır konularda da danışılabilir biri. Sorun kendisine ıvır zıvır işler dışında önem düzeyi bir-az-cık daha artan işlerle ilgilenmesi söylendiğinde başlıyor.

Bu normal fakat zeka, algı ve görsel beğeni düzeyi aşağılarda kalan bayan, ne zamanki eline aslen onun değil de pazarlama müdürünün ilgilenmesi gereken bir sorun geçiyor, önce eli ayağına dolanıyor sonra da başlıyor bir kendini kanıtlama savaşına, olur ki ufacık bir eksiklik olsun gönderdiğiniz işte ilk tepki , ben her şeyi bilirim ama siz hep bunu yapıyorsunuz ses tonunu takınıp "siz ama bunu ve bunu unutmuşsunuz" şeklinde paylamak oluyor.

Anladığını sandığı şeyi, tamamen arka cenahından anladığını anlatmaya kalktığınızda da bu modellerde tipik olduğu üzere önce kişisel algılayıp - gülüm işten bahsediyoruz, hani ortaklaşa yürüttüğümüz iş var ya, ne senin ne de benim çıkarlarımızın dışında olan- akabinde de benden gelen cevabı duyar duymaz -ne dediğim fark etmeksizin-bu söylediklerim benim değil ama bilmemne hanımın fikri diyerek oluşan sorununun -bazen saçma bazen anlamalı- oluşum sebebini hemen üstlerine atıyor.

Tamam anladım, ama benim için bu konuyu senin ya da üstünün dile getirmesi fark etmiyor ki dahası sonucu değiştirmiyor ki, gel gör ki bunu bu arkadaşa anlatmak pek olası değil.

Yapılan işin önemi arttıkça ve yapılan işte bir hata yakaladıkça ses tonu, tavır, kararsızlık, söylenme ve aslında kısaca 'kabalık' diyebileceğimiz bir ivmede artış yaşanıyor.

Birilerinin kendisine yetki sahibi olmanın böyle bir şey olmadığını hatırlatması lazım ama anlar mı orası şüpheli!

Salı, Ekim 03, 2006

Elimde 3 dileğimi gerçekleştirecek cinin lambası olsaydı...

Masal kahramanlarının hayatlarına o kadar imreniyorum ki. Mutlu sonla bitmeyen, kötülerin bile kendilerine "hayat dersi" çıkararak iyilerin aleminde yer aldıkları masalları kıskanır oldum bu aralar.

Sanki, Alaaddin aramızda olsaydı, mutlaka beni bulur ve "hadi bakalım, pasaportun hazır, seni bu sihirli dünyaya gönderiyorum" derdi. Ama neticede insanım ve hep daha fazlasını istemem için anne sütüyle tabir-i caizse çiğ sütle beslenmişim emekleme dönemine kadar. Dolayısıyla, "ben kutumu açmak ve 3 hakkımı kullanmak istiyorum" derdim.

Asıl sorun da orada başlıyor zaten. Hayatımın geri kalan zamanını nasıl olur da 3 dileğe sığdırabilirdim. Alaaddin kardeş, gel sen bana bir kıyak (argoda da ne kötü anlamı vardır bu sözcüğün) yap, açık kullanma hakkı tanı bana. Ben de senin "modern dünya"yla tanışmana ve lambadan çıktığına çıkacağına pişman olmana vesile olayım.

Aaah masallar... Keşke, kurgulanmış hayatlarımızın bir kısmına konuk olabilseydiniz.

A.Ş.K

Halk dilinde bağırsağı az çalışan, tıp dilinde İBS, Eda'lar dilinde ise Zelmac olarak anılan musibet olmuşum.
Sebebi ne olabilir sizce?
bknz: yararsız işin faydaları

Pazartesi, Ekim 02, 2006

bu sabahların bi anlamı olmalı...

Yok, öyle bir his olsun içimde birinin geleceğine dair filan gibi değil... Her şeyin yerinden oynamasının ANLAMını arıyorum ben bir sabah. Sabah sabah fikirlerimizin değersiz, sloganlarımızın zayıf bulunmasının, tekrar oturup çalışmanın, tekrar beğenilmemenin, Ayın Şamar Elemanı Ödülü'nün müdavimi olacakken tam, aynı çalışmaların başka bir zat tarafından beğenilmesinin akabinde fikirlerin bir anda değişmesinin, tam oh der gibi olunca maaşımızın yarısını bugün, diğer yarısını inşallah 15 gün sonra alabilecek olmamızın, buna beklenen 'anlayış'ı gösteriyor olmamızın bir ANLAMı olmalı en sabah sabahından. Yok geçim derdiydi, işsizlik korkusuydu filan değil... Yetmiyor hiç biri yeterince ANLAMlı kılmaya. İnsanoğlu değil miyiz işte, ANLAMak zor iş vesselam...

öğle tatillerinden de nefret edesim var

ajansta geçiyorsa eğer... karışık tost, çay ve tatminsiz şahsiyetler eşliğinde...

i hate friday...

Çoğu işyerinde ne sevimli, ne sevinçli günlerdir o cumaları... Tabii şimdilerde yeni moda olan cumartesileri de çalışma ve çalışan gariban insana tüm insani ihtiyaçlarını karşılamak için tek bir gün -pazar- bırakma dalgasına kapılan işyerileri için artık geçerli değil bu durum. Ben ve bu ofisi paylaştığım kader arkadaşlarım içinse, istisnai durumlar dışında 2 günlük bir tatilin habercisi olan bu gün, buna rağmen genellikle ne sevimli ne de sevinçli geçer. Mutlaka akşamüstü 5 ya da 6 gibi gelen bir haber makus talihimizin belirleyicisidir... Biz çalışan insan 5 çalışma gününün sonuncusuna gelmiş olmanın yorgunluğuyla, en son günü de bir an önce bitirip biraz olsun dinlenme arzusu içerisindeyken; geciken brief'ler, matbaa kazaları, müşterilerin son dakika revizyonlarıyla -nedense son dakikada, hatta bazen iş baskıya gittikten sonra gelme adeti oluyor bu revizyonların- o gün uzadıkça uzuyor... Ajansta bol kalorili ve besin değeri bununla ters orantılı yemeklerle midemizi şişirip matbaa kontrolü, müşteri onayı ve bilumum zımbırtıyı beklediğimiz, üstelik bir sürü insanın da nispet yaparcasına vaktinde işlerinden çıkıp 'happy hour'ların akabinde gecelere 'aktığı' o cumalar... Ömrümden ömür yediler billahi...