Cuma, Eylül 29, 2006

İşyerinde Kıskançlık...

 Nereden çıktı bu şimdi demeyin. Gereksizler yoğunlukta olmakla beraber, arada gene de yapılması luzümlu olan bir ton safsatanın arasında yeni haftaya alışma ve de cumaya hazırlık döneminde olduğumuz şu günlerde bu konuya parmak basmak istedim.. evet konu nedir "İşyerinde kıskançlık"

Aman nesi var bunun zaten aşikardır olan şeydir bu, heryerde olur, son gelen çaylaktır adapte olması zaman alır, diğerlerinin d eonu kabul etmesi, vs vs vs gibi pek çok mantıklı yorumun çok sevgili nev-i şahsına münhasır bir kişilik gösteren iş yeri ortamımda, tecrübelerime dayanarak test ettim ve de akabinde onayladım ki, kıskançlık milletin kanına işlemiş.

İlk işe başladığım günlerde ben de düşünmemiş değildim bu pek naif, "ah canım zaten ben yeniyim, benim adaptasyonum onların da kabul etme süreçleri zaman alacak tabi ki..." şeklindeki yaklaşımları fakat 3. ayı bitirip 4. aya başladığımız şu zamanda bile, baştan beri düzenli olarak benimle ilişkilerini sürdüren idari kadrodan başka, masamdaki sevgili ve arkadaş resimleri gördükten sonra acı gerçeği anlayan ve de bana karşı olan tutumunu bir anda bilmem kaç milyon derece değşitiren sekreterden başka kimsenin yakınlaşma çabası olmaması, buna rağmen sabah giriş, akşam çıkış ve de yemek aralarında verdiğim tüm selamların güme gitmesi, sürekli süzen bakışlar, etraftayken alçalan sesler ve daha diğer unsurlar sayesinde bizdeki kıskançlık katsayısının temel tahammül sınılarını çoktan aştığını anlamış bulunmaktayım.

Tüm şirket içinde gayetlen de ezik bir pozisyonum olmasına rağmen, yeni mezun olmuş hatta mezun olmadan işe başlayıp mekanı kapatmış olmamın bu haset katsayısının artışına geometrik mi aritmetik mi katkı sağlayabildiğini hala çözebilmiş değilim.

işimi yap, işini yapayım felsefesi mi daha yerinde olur yoksa ne olursa olsun belirsiz bir süre beraberiz, iki kelam edelim yaklaşımı mı daha yerinde olur diye düşünüyorum sürekli ama gönlüm sürekli ilk şıktan yana, zira gün be gün naif tarafımı kaybediyorum çok sevgili iş arkadaşlarıma karşı.

Perşembe, Eylül 28, 2006

yararsız bir işin faydaları

1- Akıl sağlığının önemi kavranır.
2- Akıl sağlığının ne kadar hızlı yok olabileceği kavranır.
3- Baş ağrısı, mide ağrısı ve sırt ağrısısız bir hayatın yeterince güzel olduğunun ayırdına varılır.
4- Vakit nasıl geçmez öğrenilir.
5- Aynı anda hem mail yazıp, hem telefona bakabilme ve akıl yürütmenin mümkün olduğu öğrenilir.
6- Sigarasız bir ofisin önemi kavranır.
7- Öğle yemeği denilen o bir saatlik aranın faidesi anlaşılır.
8- Mide ağrısının artması ile mesainin sona ermesi arasındaki korelasyona hayran olunur.
9- Hiçbir şey yapmadan nasıl bu kadar yorulunur öğrenilir.
10- Çalışmanın işe yarar tek bir şey yapmadan binlerce şey yapmak olduğunu öğrenilir.
11- Nezaket önemli şey azizim!

hergün güncellenebilir

iş yeri güvenliği ve kazalardan sakınmak

Bugün bu ofiste -ve muhtemelen çoğu ajansta- oldukça zorlayıcı olan bir husustan bahsetmek istiyorum: İş kazaları. Başka bir iş kolunda, mesela inşaatta baret takmak, adımlarını sakınarak atmak vb önlemlerle üstesinden gelinebilecekken bu durum, bizim gibi sektörlerde genelde sinirsel kazalar söz konusu olduğundan farklı önlemler gerekebiliyor. Tabii ki işin içinde insanlar ve onların psikolojileri olduğundan bazen ne yaparsanız yapın, kazaları önlemek ya da etkisinden sakınmak mümkün olmuyor. Ben mesela hissediyorum sinir sistemimde bir deformasyon başladığını. Bazen hissizleşiyorum, normal şartlar altında tepki göstermem gereken bir olay karşısında boş bir bakış ve bununla uyumlu bir tavır takınıyorken yakalıyorum kendimi; bazen de hiç olmadık yerde abuk subuk bir nedenle tamamen ilgisiz bir insana bağırıp çağırabiliyorum. Daha kolay sinirlenir oldum, en ufak bir şey moralimi bozabiliyor ve gitgide hiçbir şeyin daha iyi olamayacağına dair bir his teslim alıyor beni. Aman tanrım neler oluyor? Acil önlem paketi hazırlamak gerekiyor. Bu paket, masaüstüne yerleştirebilecek sakinleştirici, komik materyaller (garfield ve bilumum sevimli çizgi film kahramanı wallpaper'ları mesela), limewire'dan indirilen hareketli şarkılar içerebiliyor. Ya da 'çalışmak yorar' blog'u mesela -reklam yapayım azıcık :P-, kulaklık kullanmaya alışmak -müzik dinleme amaçlı değil, TIPA niyetine daha çok-. Kısaca daha çok soyutlamak kendini, çekmek ortamdan bilumum tampon materyallerle... Eh madem çatışma ortamlarından etkilenmemeyi beceremiyorum, uzak durmayı başarmalıyım en azından!

anlamlı tashih

Gerekli gereksiz tüm işlerin üstüne binen ve de yaklaşık 2 haftadır devam eden, tüm o yoğun tashih çalışmaları en azından şimdilik çok sevgili genel merkez yetkililerinin az biraz tatmin olması vesilesiyle durulmuş durumda. Boş olunca "neden yapacak birşey yok ki!!!!" diye hayıflandığım, elimde iş olunca da "Lanet gelsin!!!!" diye serzenişte bulunduğum çok sevgili iş yüküm ve de kör topal yürüyen daha doğrusu yürümeye çalışan iş programım da bu sayede tamamen felç oldu vatana millete hayırlı, uğurlu olsun...

2 haftadır ofise gel, mailleş, önceden söylenmeyen detayları al, hayıflanmaları dinle, ajansı ara, randevu için müşteri temsilcisinin gönlünü yap (alakasız konu bunun için onun çalışması gerekirken randevu için yalvaran ben oluyorum, bu işte bir terslik var am neyse konu bu değil...) sonra da ajansa git, grafikçi arkadaşın tüm tacizlerine göğüs ger :) daha sonra tekrar metro ve minibüs felaketleriyle ofise dön, saatler boyu dosya yükle ve de ardından gelen; "Great, but...." tarzındaki maillerle tekrar en başa dön.

Ağırıma gidiyor artık sabahları gitmek, akşama kadar oturmak ve vakit öldürmek, ve de yapılan tek işin "ama şunun şurası bilmemkaç milim aşağıya kaysın ondan sonra bakarız diğerlerine ok mi canım?" olması vesilesyle, sürekli pineklemek ve de kendime zaman ayıramamak. Daha 3. ay bile olmadı şu lanet iş güç aleminde ama çoktan anladım ki yok benim yerim değil burası...

Çarşamba, Eylül 27, 2006

karın ağrısı ve iş yeri korelasyonu

Karın ağrısından muzdaribim. Çok muzdaribim, en muzdaribim. Hafta sonundan beri zaman zaman bastıran bu ağrıyı tarif etmek çok zor, nasıl tarif edilir bilmiyorum. Karnımın içinde bir şey var sanki ve kımıl kımıl kımıldıyor ne çoğalıyor ne de azalıyor. Ara sıra yok oluyor sadece. Oturup karnımı tutup ağlamıyorum ama sürekli varlığını hatırlatan -bak evladım ben senin midenim ona göre ayağını mı neyini denk alacaksan al diyen- bir şey var içimde.

İyi ihtimal, grip gibi bir şeyler olacağım, oldum.
Kötü ihtimal, STRES kaynaklı bütün bu ağrılar ve hiç geçmeyecek.

Öyle olmasın, olmasın ay noolur olmasın.

sevgi, aşk, meşk, vs....

 "yanımda birisi olsa daha da kolay devam ederdim." felsefesi kafama oturduğundan beri, ya da amiyane tabirle aklım fikrim bu işlere erdiğinden beri; sürekli olarak kendiyle çelişen, ve de hatalarından ders alamayan birisi olarak diyorum ki; aşk, meşki sevgi ya da saygı kurumlarına, oluşumlarına ya da neyse neler onlara karşı her seferinde dolu dizgin, aptal cesaretiyle yaklaşmak yormaya başladı artık.

bir çift gülen göze, ve de beraber geçirilen bir iki saatten sonra direkman bahsi geçen kişi hakkında inanılmaz iyi düşüncelere sahip olan, ve de nerede dertli, depresif ya da çözmesi çok güç sorunları olan birisine aşık olmaya meyilli olmam da sanırım herşeyin üzerine tuz biber ekiyor.

klasik soru burada da her zaman olduğu gibi vuku buluyor gene, neden her zaman her istediğimizi alamıyoruz. beni sevenleri ben sevmedim, sevdiklerim de beni sevemedi, ya da sevdiklerini sandılar ama olmadı, ya da hiçbir şey sanmadılar ama sanmış gibi yaptılar.

Tüm eş dost, arkadaş ve de kısa bir süre öncesinde kulübe katılan anne tarafından alınan tüm ayarlara ve de ikazlara rağmen hala körü körüne burnunun dikine gidiyor olmak da ayrı bir konu hatta tez konusu sanırım. Tüm başlangıçlar öncesinde "Oğlum bu sefer hemen yeklenleri suya indirmek yok!", "Yavaş, yavaş, yavaşş ulan yavaşşşşş!!!!!!!", vs vs vs gibi tonla kendi kendine yapıan ikazlara rağmen, çok kısa bir süre içinde resmen kedi gibi sırnaşıp, miyavlayarak "ama ama ama öyle işte.... çok iyi...." demek belirli bir süre için iyi hissettirse dahi, 7. ayını devirmeye hazırlandığımız bekleme maratonundan, nasıl bir sonuçla ayrılacağımız dahi belli olmadan, hala bu kadar gözü kara ve de aptal cesaretiyle balıklama içine dalmak ve de birşeyler yapmaya çalışmak, çaba göstermek ya da göstermeye çalışmak mı daha iyi, yoksa aman olsun bu kadar yaşadığın güzel günlere say, "hmm bak bu da gülümsedi, evet evet hissediyorum çok iyi birisi...." diyerek yeniden başlamak mı?

Salı, Eylül 26, 2006

end dı şamar gooz tuuu...

(Ajans toplantı salonu. Tüm ajans büyük toplantı masası etrafında toplanmış, yapılacak açıklamayı beklemektedir. )

- Hevesle beklediğimiz, her ay ajansımızda bir heyecan kasırgası yaratan Ayın Şamar Elemanı Ödülü, sonunda sahibini buluyor! Bu ay ödülün tek bir elemana değil, toplu olarak bir ekibe verilmesi, böylece bu güzide ödülden birkaç çalışanın birden yara(r)lanması düşünüldü. Sizleri daha fazla merakta bırakmadan açıklıyorum: End dı şamar gooz tuuu... Kıreatif tiimm...

(Alkışlar, ıslıklar, bağırışlar: 'En büyük ekip bizim ekip'...)

Cumartesi, Eylül 23, 2006

ANLAM yaratacak FARK’ın peşinde...

Kendinin (reklamcının) uzmanlığının işlemediği bir dünya burası... Uzmanlığın zaten kendi alanında bile işlemezken, alaylı/okullu tartışmaları arasında sakız gibi sünüp ve sönüp giderken, kendini savrulmuş bulduğun bu dünyada sesinin gitgide daha da bastırılmış olduğunu hissetmek ve boğulmak –hava alamamaktan değil, konuşamamaktan-. Çünkü konuyla uyumlu bir vecizeye göre ‘ne dersen de, karşındakinin anladığı kadarını söylemişsindir.’Bu dünyanın uzmanları için tek doğru bakış ve yöntem kendilerininki olduğundan, farklı gelebilecek hemen her şey için ‘Bu bize uymaz, siz bilmezsiniz tabi bizim kurallarımızı...’ diyerekten sizi ne içine aldıkları ama ne de kurallarından muaf tuttukları dünyalarını ve işleyişlerini Demokles’in kılıcı gibi sallandırmaktan geri durmuyorlar tepenizde... Çok da önemli ve değerli hissetmedikleri –ki haklılar sanırım, bknz. ‘Kendinden deterjanlı VL'ler, hijyen sağlayan tekkartlar...’ başlıklı mesaj- her hallerinden belli olurken bu işi, siz aman orası da böyle şöyle olaydı deseniz ne gam. Sizi ANLAMSIZlığın anlamına gark eden bu dakikaların yarattığı yıkım ne denli büyükse; ne yapsanız da ANLAMLI BİR FARK yaratamayacağına dair inandırma harekatı, o denli başarıyla sonuçlandırılmış demektir. Çok kişiselleştirmiş gibi olacak konuyu belki ama, düşünmeden edemiyorsunuz o anlarda bu insanların HAYATında ANLAM yaratacak FARK nedir diye... Yoksa FARK etmiyor mu hiçbir şey, en gerçek ANLAMSIZlık olan HAYAT karşısında?

Kenarındasınız her şeyin, kendi dünyanızınsa kenarından bile geçmiyorsunuz...

Cuma, Eylül 22, 2006

yaşasın edalar'ın işbirliği!

süresi, mekanı, hatta çalıştığın zat-ı muhteremlerin bile ne melem olduğunu bilmediğin küçük bir dünya üssü sanki burası. arada bir, kısa sürelerle miyopluğunu üzerinden atarak gördüklerin, gözlerinin kamaşmasına vesile oluyorsa, "kimse beni tutamaz" edasıyla üstüne atlamak istiyorsan gördüklerinin, Hirudo medicinalis (sülük) gibi yapışıp kalmalısın.

sanırım benzer bir durum var bu edalar arasında (insanın kendinden bahsederken 3. çoğul kullanması ne kadar enteresan!). metalleşme mi var acaba üstümüzde de mıknatıs gibi çektik birbirimizi. biraz öznelleştirdim durumu ama tümden gelip tümevarmak üzere alınan yol kadar çetrefilli bir hadise sözkonusu (halen aramızdan birinin çalıştığı ajanstaki saygıdeğer! patronu Arapça kelimeler kullanmanın süne zararlısı kadar tehlikeli olduğunu düşünüyordu, bir an nostalji oldu!)

29 harften türeyecek ne kadar da çok şey var şu hayatta, garip! bir de hepimize ait tek bir dil olsaydı, keşke!
Hani yaz ikindileri vardır
meydanlar bomboş uzanır batan güneş altında,
geçip gereksiz bitkilerle bir bulvardan
durur yalnız adam.
Değer mi bunca yalnızlık, gittikçe daha yalnız olmak için?
Boştur yollar meydanlar yalnız gezildiğinde.
Oysa bir kadın durdurmalı
konuşup da birlikte yaşamaya inandırmalı,
yoksa hep kendisiyle konuşur insan. bunun için de
kimi vakit körkütük olur geceleri
ve anlatır durmadan, anlatır yapıp edeceklerini.

cesare pavese
"çalışmak yorar"
Temcit pilavı gibi olacak.
Biraz evvel ofis halkı olarak sabahtan itibaren süregelen gerginliği konuştuk.
Bir kıçı kırık poster, üzerinde 3 makina ve 3 fiyatın yer aldığı 50x70 boyutlarında bir zamazingo nasıl oluyor da bunca negatif elektiriği bu odaya yayabiliyor.
Bir bilemedin iki hafta bir duvarda ufak bir yer kaplayacak, sonra fırlatılıp atılacak bir kağıt parçası.

Hayatım, bütün hayatım gerçekten böyle mi geçecek?

Ve rica ederim bir zevzek çıkıpta kardeşim sen işine epi topu fırlatılacak bir kağıt parçası gözüyle mi bakıyorsun demesin, başka bir şeyden bahsediyor zira bu BLOG

ay aman öf bee

Sıkılıyorum sıkılıyorum sıkılıyorum sıkılıyorum çok sıkılıyorum hatta bunalıyorum.
İşler patinaj çekince neeefreeet ediyorum. Hayatta kreatif kaprisi diye bir şey var bir de müşteri kaprisi var, işte bu iki kaprisin arasına sıkışıp kalan ezilen büzülen bir de 'ben' varım. Müşteri temsilcisi demeye dilim varmadı çünkü o ben değilim, oysam bile daha bu işin hakkını verebilen kişi değilim ne adam çalıştırabiliyorum, ne istediğimi yaptırabiliyorum-ya da anlatabiliyorum- ne de gerektiği kadar politik olabiliyorum.

Mekansal sorunlar var, burda müşteri ile konuşup akabinde karşı masadaki çok sayın kreatif abiye durumu anlatmak zorunda kalıca olaylar o kadar direeeeeekt oluyorki ne evirebiliyor insan ne de çevirebiliyor. Eh ben zaten gıcık kapmışım o tarafa, bunu diğer tarafa söylemek bir dert söylememek başka dert, söyleyince rahatlıyorsun onlardan birisi oluyorsun ama bu kez de işi yaptıramıyorsun çünkü bu kez diğer taraf başlıyor, hep bu müşteri milletini-illetinimi- dinleyeceğiz demeye. Siz de bir müşteri idare edemiyorsunuz demeye, gel bebeğim sen idare et buyur burdan yak!!
Eh bazen haklı, bazen değil.
Konumuz bu mu peki, evet belki bu.

O yeşil puantiyeleri turuncu zemin üzerinde ben de beğenmemiştim, ama bunu karşı tarafta-kısaca müşteri- dile getirince siz de karşı tarafa kıl olunca durumu kişisel algılayıp-ki gayet doğal zira işi yapan sizsiniz nasıl algılayacaksınız- sırf inadına bir sürü tuhaf tuhaf renkte baloncuklar yapıp bana bu sinir olmuşluğu göndermek dışında bir alternatif bırakmayınca, kaba soğuk ve had bildirici mailler ile ben muhattap olmak durumunda kalıyorum.

Dahası saat 11 ve halen yoksunuz ortada, gelseniz de şu işi bitirseniz artık diyorum. Zira afakanlar üstüne afakanlar,ooof!!!

DKMY

Kısaca DKMY diye adlandırdığımız Dış Kapının Mandalı Yazarı, hayatının muhtemelen son Don Kişot'luğunu yapmak istiyor artık ve bu ünvandan kurtulmak istiyor. Zaten epey bir zamandır kendi kariyeri ve mesleki kazanım adına değil, iş hayatıyla ilgili daha fazla şey görmek, gözlemlemek, kıssadan hisse çıkarmak adına duruyor bu pozisyonda. 'Eh fena mı oluyor, blog'a yazacak malzeme çıkıyor bu tutunabilme çabalarından' da denebilir tabi. Ama bir yandan da yıpratıyor mu yıpratıyor...

Aslında TUTUNAMAMA çabaları gibi gelmeye başladı bana son dönemde bunlar. Nedendir bu inatla kendi iç sesini bastırma çabası ve sürekli dış mihrakların telkinlerine ayak uydurmak. Tutunduramayan dalı bırakma cesareti olmalı önce değil mi insanda, sonra gözlerini açıp etrafında arayabilmeli sağlamca bir tutunacak dal. Belki de bulamayacak, hiçbir dala tutunası gelmeyecek ya da aşağı yukarı aynı durumdaki bir başka dalda hayatını sürdürmeye devam edecek ama görmeli, denemeli. Biraz cesaretle...

Daha önce de sıfırladığı oldu her şeyi... Kimi zaman iyi oldu sonuçlar, kimi zaman olmadı. Pişmanlık hissetmese de, o gün için doğru gelenlerin bugün doğru gözükmediğini görüp üzüldü elbette.

Dün içindeki Don Kişot'la konuştu uzun zamandır ilk defa. Bağrıştılar, barıştılar, dertleştiler karşılıklı, gene 'bir' ve içiçe oldular bazı anlarda, özgür hissettiler...

Acaba bu ahanda yeter dedikleri an mıydı? Belki de...

Perşembe, Eylül 21, 2006

ÇS ve ÇS üzerine...

Kısa sayılabilecek iş hayatım boyunca yaptığım naçizane gözlemler neticesinde, çalışan insanı iki ana kategoriye ayırdım kafamda: Çalıştıkça Sıkılanlar ve Çalışmazsa Sıkılanlar... (İki kategorinin de kısaltması ÇS harflerinden oluşuyor, bunun oluşturabileceği zorluğun farkındayım, isimlendirme çalışmalarım sürecektir.)

Çalıştıkça Sıkılan insan tipi, blog'umuz sayesinde de fikir sahibi olabileceğiniz üzere, iş HAYATında ANLAM arayışında başarısızlığa uğramış (allah başka başarısızlık göstermesin :P), bu katılınması gerekli -aslında gerekliden çok zorunlu- ortamda bu kadar zaman/emek harcamanın lüzumsuz ve bir o kadar da hayatın kendisinden zaman/emek çalıcı olduğuna inanmış çalışan modelidir. Bu modelin bakış açısı ve motivasyon kaynakları konusunda az çok bir netlik oluştu kafamda (eh ne de olsa bendeniz de bu tip).

Çalışmazsa Sıkılan insan tipi ise anlaşılması daha zor bir model benim açımdan. Sanırım hayatını dolduracak, ona anlam katacak iş harici bir meşgale bulamamış insan tipolojisi, sadece iş hayatı üzerine kurulu bir yaşam sürüp iş olmayınca bunalıma giriyor. Elbette işsiz olmanın yarattığı gelecek kaygılarıyla bunalmaktan bahsetmiyorum, iş haricinde yapacak bir iş bulamamaktan sıkılmak bahsettiğim. Bu kısım insana 'Aaa neden öyle diyosun. Yapacak bir sürü şey var evde bile. Okursun, yazarsın, çizersin, mutfağın altını üstüne getirip yeni tarifler icat edersin, dekorasyon faaliyetlerine girişirsin, kendi dünyanda yaşarsın ne güzel işte. Olmadı çıkar dolaşır, hayata karışırsın' dediğinde karşılaştığın ANLAMSIZ bakış, 'peki canım, daha az görüşelim' moduna sokuyor beni. Bak diken diken oldu tüylerim anlatırken bile!

İşte böyle Çalıştıkça Sıkılan ve Çalışmazsa Sıkılan insan tiplerimiz...

Her şekilde bir sıkılma durumu oluşu ise şu önermeyi haklı çıkarıyor:
Boredom is the biggest disease of the world.* (Sıkıntı dünyanın en büyük hastalığıdır.)



*Freddie Mercury

Çarşamba, Eylül 20, 2006

Kendinden deterjanlı VL'ler, hijyen sağlayan tekkartlar...

X devlet hastanesinin Y departmanında çalışan yakın bir arkadaşım var. Kendisiyle son görüşmemde konu pek tabii döndü dolaştı ikimizin çalışma hayatının kesiştiği noktaya, yani ilaç sektörüne, firmalara, tanıtım faaliyetlerine geldi. Mümessillerin çalıştığı materyallerin doktorlar tarafından okunmadığı, zaten herkesçe bilinen ve tartışılan bir konu. Ancak insan kendi hayatından, bilfiil ilişkide olduğu bir insandan duyunca daha bir garip oluyor. Bir sektör efsanesi olmaktan çıkıyor konu, ete kemiğe bürünüyor. Ben 'İşte o okunmayan materyalleri biz hazırlıyoruz, onlar için kafa patlatıyoruz, hatta ben yazar/redaktör olarak noktaydı virgüldü epey bir çile çekiyorum, tekrar tekrar okuyorum -anlasam da, anlamasam da- bu garip dili Türkçemizin dİl bilgisi kurallarına uydurmaya çalışıyorum' diye anlattım durumumu. 'AAAA, AMA BİZ ONLARI MASAYA SERİYORUZ, SONRA DA MASAYI SİLİP ATIYORUZ...' tepkisini alınca, gereçekler dünyasına çakılışım pek üzmüş olacak ki arkadaşı, 'Aman ben sizin hazırladıklarınızı asla kullanmam, kullandırtmam bundan böyle, madem senin emeğin var' diyerekten kurtarmaya çalıştı zavallım durumu.

Eh reklamcı aklı tabi, çalışıyor ne kadar ANLAMSIZ yere de olsa. Ben de düşündüm ki, madem böyle bizim bilmediğimiz bir işlevi varmış hazırladığımız materyallerin, bu fonkisyonlarına uygun üretelim onları, farkın alasını yaratmış oluruz. :o)

Önerimin medikal iletişime yeni bir soluk getirip, onu düştüğü yerden kadıracağına gönülden inanıyorum.

konumlandırma sorunlarım var!!

Neyim ben? Ne olarak devam etmeliyim bu sıkıcı, sevimsiz, kahpe iş hayatıma.

Genelde bu salak sorunu çözmek için minik kartvizitler yapılıyor üzerinde bilmemne elemanı, cart müdürü, şu mühendisi vs yazan. Ben de bir süre bu faideli kartçıklardan kullanmış birisi olarak diyebilirim ki kartlı dönem bir kısım da olsa sorunu çözsede, ne yazık ki sorunu tamamen hayatımızdan çıkarmıyor.

Şimdilerde durumum daha vahim, çok vahim en vahim, kartsız sistemdeyiz yani üzerinde bilmemnedir bu adam bu şirkette yazan bir zamazingom yok, ama olsa da fark etmeyecekti. Zira bu şirketin uyanık -ş.k.k.- patronumsu kişisi kartlara sadece isim yazıyor. Dolayısı ile kartlı ya da kartsız sen bir anda bu şirketin her bişeyi oluveriyorsun.
Misal ben, buradaki aslen görevim müşteri ilişkilerinden sorumlu şahsiyet olmak açacak olur isek kavramı, müşteri ile haşır neşir olacak, ne istiyor ne istemiyor bilecek, yaratıcı arkadaşları bunlardan haberdar edecek ve onlardan gelen iş ile müşteriden istenilen iş birbirini tutmuş mu bakacak kişi. Doğası gereği bol kesenden mail yazan, telefonda ömür tüketen, ordan burdan fiyat alan ve ara sıra da kreatifcimlere gidip huuop ne oldu bizim iş bitiyor mu şeklinde geyik yapan insan.
Bu yukarıdaki satırlar benim içinde olmam gereken durumu ifade ediyor. Pekiii burdaki durum ne onu da hemen aşağıda inceliyoruz.
Bu ş.k.k bilumum metinlerin ingilizce çevirisi, ardından reklam diline çevirisi, başlıklarının konulması-bir de üstüne carcar eleştirilmesi dahil- broşürlerin içlerinin yazılması gibi sooon derece 'reklam yazarı' adı altında istihdam edilmesi gereken adam/kadının işlerini de üzerime yıkmış durumda, durumu kendisine kinayeli yollar ile her bildirdiğimde de gerçek bir zeytinyağı -artık daha fazla ş.k.k. demek istemiyorum ayıp di mi, hıh- gibi neden ki yazamıyor musun yoksa diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.

Minik tanımı ile gayet minik tanımı ile sinir oluyorum kendisinin tüm bu tavırlarına, yazabiliyorum tabii ki senden ve daha binlerce insandan çok çok daha iyi yazabiliyorum üstelik, ama bunu çalan telefon dağları ve diğer tüm aptal işlerin altında üstelik de sanki bu benim zorunluluğummuş gibi yapmaktan hoşlanmıyorum sadece.Sırf senin bu tavrın yüzünden yazmak falan istemiyorum, yazmıyor muyum hayır eşek gibi yazıyorum çünkü taaa en başından söylemiştim zaten çalışmak zorundayım, allah kahretsin ki çalışmak zorundayım.

Üstelik de yazmak her zaman telefonlara bakmaktan çok daha mükemmel bir uğraş!

Salı, Eylül 19, 2006

homo erectus'un kıçüstü düşüşü

bugün önümdeki baş ağrıtıcı beyaz ışık saçan ekrana, pencereden dışarda benden habersiz değişen mevsime bakmaktan yorulunca, önüme düştü bir an başım ve orda gördüm onu! günün yaklaşık 1/3'ünde ayaktan çok kaideden destek alan biz masabaşı insanının bu durumunun yol açtığı fiziksel deformasyondan başka bir şey değildi aslında, ama beni fazlasıyla dehşete düşürdü. 28 yıl 8 ay bilmemkaç günlük yaşamımda ilk kez, oturur pozisyonda dışbükey hale gelen göbeğimdi gördüğüm. istediğin kadar atla, sıçra, merdiven çık asansör kullanma, otobüsten 2 durak erken in, mekikler çek, yorucu iş günlerinin ardından spor salonlarında ter dök, oryantal, salsa, cha cha, reaggatone bilumum kas çalıştırıcı -yani ağrıtıcı- ve hatta o ana dek varlığından bihaber yaşadığın yeni kaslarının farkına vardıran aktivitelerde bulun, olmuyor... 'homo erectus' yerden kalkmayı becerdi belki, ama popo üstüne düşürdü onu HAYAT şartları. kanımca şimdi daha da zorlayıcı bir evrim süreci gerekiyor tekrar iki ayağının üzerine kalkması için...

bir ıslıkla merhaba

Balıklar için deniz lazım,
Sevişmek için işsiz olmak
Ve geceleri yatakta
Duymamak için tabanların sızısını
Zengin olmak lazım.
Halbuki ıslık çalmak için
Birşey lazım değil.*

Islık çalasım geldi - ki bu bir keyif belirtisi sanırım :)- blogunuzdan konuk yazarlık daveti gelince efenim. Ne iyi ettiniz böylelikle eteğimizdeki taşları dökeceğiz sayenizde. Sağolunuz varolunuz...







*Melih Cevdet Anday
Yedi buçukta uyanmakta zorluk çekiyordum, sekizde uyanmakta da zorluk çekiyorum, korkarım iş sevimsizleştikçe dokuzda ve hatta onda bile uyanmakta güçlük çekeceğim.
Sen tembelin tekisin nerde olsa uyanamayacaksın diyecekleri önceden uyarmak isterim ki, beş koca yaz her sabah beşte uyandım ben!!
Ve gece yarılarından önce de sermedim bedeni tekrar yatağa, demekki neymiş uyku değil sorun.

Sorunlar model model, çeşit çeşit bir nevi seç beğen al.
Basit bir hesap yapacak olursam hayatımın nerdeyse 1/3'ünden fazlasını iş yerinde iş arkadaşlarım ile birlikte geçiriyorum.. Eh doğal olarak öncelikli beklentim bu iş arkadaşları gürühu ile iyi vakit geçirebilmek.
Ne kadar salakçadır ki kimi işveren kimselere bunlar üniversitede sevimsiz profesörlerde olabilir. "Bu işi seçtim çünkü aynı zamanda iyi vakit geçirebileceğimi düşünüyorum" dediğimde boyunlarını hafifçe yukarı kaldırıp, tam gözlerimin içine değil de nedense hafif sağa ya da sola dönük olarak, ağızda mutlaka müstehzi bir ifade ile "bir lunapark ya da tatil köyünde çalışacağını sanıyorsan yanılıyorsun küçük hanım" adlı (bu bakışa bundan sonra kısaca 121 demek istiyorum) adi işveren bakışlarını takınıp gülümser ve biliyorsunuz iş yeri sadece eğlence yeri değildir kaldı ki burası hiç de sandığınız kadar bıdı bıdı ve bıdı türevi bir söylev çekmeye başlarlar.
Akıllı bir insan normalde o saniye ordan uzaklaşmalıdır ama işte benim gibi bir kaz kafalı ya da şöyle diyeyim para kazanmak zorunda olan bireyimtrak hemen alttan almaya başlar ve en sevimli hali ile ve tabii ki gülümsemeyi asla unutmayarak - gülümse, bütün kapılar önüne seriliveriliyor, aman ha çok gülümseme seni böcek kıvamına sokmaya çalışırlar, ince çizgi çok ince- haklısınız elbette işimizi ciddiye almayalım demiyorum sadece uzun zaman geçirdiğim bir ortamda aynı zamanda mutlu olmak da isterim deyiveriyorum, sanki mutlu olmayı ya da eğlenmeyi istemek çok ayıp ciddi bir kusurmuş gibi.

Değil kardeşim, eğlenmek şahane bir şey hattı zatında zaten aptal, anlamsız ve hiç kimsenin işine yaramayacak-kendimiz de dahil olmak üzere- işler yapıyoruz bari üç kuruşluk eğlenmeyi de çok görmeyin bize.

Pazartesi, Eylül 18, 2006

İş hayatından nefret ediyorum.
Bütün gün anlamsız telefonlar üzerinden kafası basmayan insanlara dert anlatmaya çalışmak kadar gereksiz ve hayatta bir işe yaramayan bir durum olabilir mi?
Sabah kakıyorum erken bir saatte, yola çıkıyorum güneşli bir gün ise yürüyüş yapmış olmak gibi bir yararı oluyor işe gelmenin, yok hava bozuksa üstüne bir de ıslanmak ve donmak cabası.

Evde oturmak yatağın içinden çıkmadan fonda müzik elde kahve kitaplara gömülmek kendine yatırım yapmak daha anlamlı değil mi?

Anlam aramak, bu hayatta beni yok edecek olan bu.
Yaptığım işin anlamlı noktasını bulamadığım için nefret ediyorum. Çalışmaya devam edeceğim aşikar ama sadece o kadar
Dünya'da adımlanacak milyarlarca cadde varken, okunacak kitaplar, çekilecek fotoğraflar, görülecek resimler, koşan çocuklar, sevilecek kediler
kafada şekillendirilen projeler.
Para gibi bağlayıcı bir nesne yüzünden sabah uyanmak, yola koyulmak çoğu zaman kalabalığın içinde bunalarak 15 dakika yol yapmak, beş kat merdiven çıkıp ofise varmak.
Kurutulmuş böğürtlen ve çilekli mısır gevreğini yağsız meyvalı yoğurtla karıştırarak kahvaltı etmek ve boş bir ekranın ardına oturup onlarca mail yazmak arada da çalan telefonlara nazik, kibar, sabırlı ve anlayışlı cevaplar sunmak.

Çok ama çok korkunç geliyor bütün bir hayatımı bu şekilde tüketecek olmak, fikri bile bütün sinir sistemimin dağılmasına neden oluyor.

Haberleri bu ekradan okumak, resimleri bunun arkasından görmek,
Bana hediye edebildiği tek insani şey baş ağrısı!!!
Bitmeyen tükenmeyen bir baş ağrısı. Her gün düzenli olarak saat beşe doğru başlayan ve göz kapaklarımdan itibaren bedenimi esir alan bir ağrı. Ağrıya inat çalışmak zorunluluğu.
Sigara içen ofis arakdaşları da cabası. Ya kanserden ya da migrenden öleceğim sonunda Hiçbir şey yapmadı yazacak mezar taşımda da!